TÜRK- ERMENİ İLİŞKİLERİ VE SOYKIRIM ALDATMACASI

    Daha önce Roma-Bizans hâkimiyeti altında baskıcı ve asimile edici politikalar nedeniyle zor bir yaşam süren Ermeniler, Sel

    Daha önce Roma-Bizans hâkimiyeti altında baskıcı ve asimile edici politikalar nedeniyle zor bir yaşam süren Ermeniler, Selçukluların Anadolu’yu fethetmesinde önemli katkılar sağlamışlardır. Selçuklulardan sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndaki çok kültürlü ve milliyetli yapı içerisinde özellikle Türk – İslam felsefesinin engin hoşgörüsünden en çok yararlananlarının başında Ermeniler olmuştur. Ermeniler Türk örf ve adetlerini en çok benimseyen hatta Tebay-ı Sadıka yani en sadık millet onuruna erişerek Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli etnik guruplarından birisi olmuşlardır. İmparatorluk içinde geniş hoşgörü ve ayrıcalıklara sahip olan Ermenilerden çok sayıda Paşa, Bakan, Büyükelçilik gibi kilit görevlerde bulunanlar olduğu gibi ticari elitler de en çok Ermenilerden oluşmuştur.

     Ancak Sanayi Devrimi’nden sonra özellikle Batılı ülkelerce sömürgecilik anlayışının ve Fransız İhtilali ile de milliyetçilik akımının yaygınlaşması çok etnik yapılı olan diğer imparatorlukları olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu içindeki ayrılıkçı hareketlerin başlamasına yol açtı. 

     19. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğu içinde sadakat, güven, huzur ve refah içerisinde yaşayan Ermeniler Fransa, Rusya, İngiltere ve ABD gibi ülkelerin sömürgeci amaçlarını gerçekleştirebilmek için Osmanlı İmparatorluğunda yabancı okullar açarak ve misyonerlik faaliyetlerini yaygınlaştırarak Hıristiyanlığı bir araç olarak kullanıp, İmparatorluk içerisindeki Ermenilerden kendilerine bir müttefik oluşturma çabalarına giriştiler. 19. yüzyılda giderek daha da zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki sömürgeci güçlerin özellikle de Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını doğal bir genişleme alanı olarak gören Çarlık Rusya’sının Ermeniler üzerindeki ayrılıkçı ve tahrik edici hareketleri daha da hız kazanmıştır.  

     1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşında Ermenilerin çok açık desteğini alan Rusların Erzurum’u işgal etmesi Osmanlı İmparatorluğu ile vatandaşları  olan Ermeniler arasında bir devlet – vatandaş ilişkisinde ve güveninde bir kırılma noktası oluşturdu. 

Benzer olayların 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda da devam etmesi Ermenilerin İmparatorluktan ayrılarak kendi devletlerini kurabilecekleri yönündeki inançlarını  daha da güçlendirdi. Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere, Rusya, Almanya, İtalya, Fransa ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasında 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması’yla Ermeniler için bir ıslahatın öngörülmesi daha önce Osmanlı İmparatorluğu ile kendi vatandaşları arasında görülen Ermeni sorununu uluslararası bir sorun haline dönüştürdü. Böylece Ermeni sorunu Sultan II. Abdülhamit’in de söylediği gibi Ermenilerin kendi sorunu değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerindeki emperyalist amaçlarını gerçekleştirmek isteyen güçlerin sorunu haline geldi.  

     Dış tahriklere kapılan ve onlardan cesaret alan Ermeniler, dışarıda ve içeride hızla örgütlenmeye gittiler. 1882–1909 yılları arasında Doğu Anadolu’daki iller başta olmak üzere çok sayıda Ermeni isyanı ve tedhiş hareketleri yaşandı. Çok sayıda masum çocuk, kadın, yaşlı ve genç insanın hayatını kaybetmesine neden olan bu olaylar Dünya kamuoyuna yanlı ve yanlış bilgilendirmelerle Müslümanların Hıristiyan Ermenileri katlettiği şeklinde asılsız haberler olarak yayıldı. Bu propagandaların esas amacı dönemin büyük devletlerini Osmanlı İmparatorluğu’na karşı silahlı bir müdahaleye zorlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaktı. 

     Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Osmanlı İmparatorluğunun Almanya’nın yanında savaşa girmesi Ermenilerin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı büyük çaplı ayaklanmaları için önemli fırsatlar yarattı. Osmanlı ordusunda görev yapan Ermeni kökenli askerlerin kitleler halinde silahlarıyla birlikte Rusların saflarına geçmesi bir yandan cephe güvenliğini olumsuz yönde etkilerken öte yandan da Ermeni çetelerinin Müslüman – Türklere karşı acımasız katliamlara girişmeleri 27 Mayıs 1915’de Tehcir (sevk ve iskan) Kanunu’nun çıkarılmasını zorunlu kıldı. 27 Mayıs 1915 tarihli Tehcir Kanunu hukuki yönden çok kapsamlı bir kanundur. Bu kanunun amacı, Kafkas, İran ve Sina bölgelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenilerin yerlerini değiştirerek bir yandan cephedeki güvenliği sağlamak, öte yandan savaşın yoğun yaşandığı yerlerdeki Ermeni isyanlarını önlemekti. Bu göç hareketinde başta İstanbul olmak üzere pek çok ilde yaşayan Ermeniler ile hasta, özürlü, yaşlı, sakat ve yetim çocuklar ile dul ve kimsesiz kadınlar kapsam dışı tutulmuşlardır. Bunların zorunlu ihtiyaçları Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu olanca ekonomik sorunlara rağmen göçmen ödeneğinden karşılanmıştır. Bu göçler sırasında çok yönlü tedbirlere başvurulmuş olmasına rağmen, salgın hastalıklar, eşkıya baskınları ve kimi zamanda bazı yetkililerin ihmali yüzünden Osmanlı kaynaklarını göre 10 bin ile 350 bin arasında sayıları değişebilen Ermeni vatandaşı hayatını kaybetmiştir. Gerek İngiliz belgeleri gerek Osmanlı belgelerine göre bu tarihte İmparatorlukta yaşayan Ermenilerin toplam sayısı 1.250.000’i geçmemektedir. Böylece tehcir sırasında 1,5 milyon Ermeni vatandaşının hayatını kaybettiğini ileri sürmek tarihi gerçeklerle örtüşmemektedir. 

     Birinci Dünya Savaşı ile birlikte hemen tüm cephelerde bir ölüm kalım mücadelesi veren Osmanlı İmparatorluğu kötü hava koşulları  nedeniyle 90 bin askerini sadece Sarıkamış’ta,  250 bin askerini de Çanakkale Savaşında kaybetmiştir.  Bu rakamlar yaşanan acıların, trajik olayların tek taraflı olmadığının somut göstergesidir.. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve finansal yönden çok büyük bir bunalım yaşadığı, büyük şehirlerde dahi asayişi ve can güvenliğini sağlayamadığı bir kaos ortamında yaşanan olayları Hitler Almanya’sının Yahudilere uyguladığı soykırım ile benzer görmek tarihi gerçeklerle ve insafla bağdaşır bir durum değildir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda Rus işgal güçlerine her türlü desteği sağlayan, çoğu askerde olduğu için savunmasız Türk köylerinde toplu katliamlar yapan, Osmanlı ordusunun ikmal yollarını kesen Ermeniler Güneydoğu’da da Fransızlar ile birleşerek Türklere karşı çok acımasızca saldırılarını sürdürmüşlerdir. Ancak tüm kışkırtma ve tahriklere rağmen Osmanlı İmparatorluğu içerisinde devletine sadakatini sonuna kadar koruyan Ermeni kökenli vatandaşların pek çok Müslüman Türkü Ermeni saldırılarına karşı gözetip kolladığı tarihi bir gerçektir. 

     Ocak 1919dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun eski başbakanı, bakanları, üst düzey bürokrat ve ordu mensuplarından oluşan yüz kırk dolayındaki yöneticileri Malta Adasına götürülerek tutuklandılar. Tutuklananlar savaş hukukuna uymamak, İngiliz savaş esirlerine kötü muamele yapmak ve Ermeni olaylarında rol almakla suçlanıyorlardı.   İngilizler ve işgalci güçler tüm bilgi ve belgeleri kontrol etmelerine rağmen yapılan araştırma ve incelemelerde ileri sürülen iddialar konusunda kanıt bulunamaması üzerine 25 Mayıs 1920 tarihinde serbest bırakıldılar. Tüm bu tarihi gerçeklere rağmen Ermenistan, Türkleri yeryüzünde işlenebilecek en büyük suç olan soykırım suçuyla itham ederek Türkiye’nin geçmişini, bugününü ve yarınını tehdit eden bir konuyu dış politikasının merkezine koymuştur. 

     Soykırım  İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1948 yılında Birleşmiş  Milletlerce literatüre giren bir kavramdır. Birleşmiş Milletlerin tanımına göre soykırım bir milli, ırki, etnik veya dini grubu, grup niteliğiyle toptan veya kısmen yok etmeye yönelik olarak anılan eylemlerin gerçekleştirilmesidir.  Bunun en bariz örneği Nazi Almanya’sının Yahudileri sırf Yahudi oldukları için toplu ölümlere maruz bırakan ırkçı bir düşüncenin ürünü olarak gerçekleşmiştir. Yahudi soykırımı incelendiğinde, Yahudiler sırf Yahudi oldukları için katledildiler ve Alman devletine karşı hiçbir silahlı isyan ve eylemleri söz konusu değildir. Oysa Osmanlı İmparatorluğu dağılma ile yüz yüze kaldığı, çok sayıda cephede ölüm kalım mücadelesi verdiği bir sırada yaşanan Ermeni Tehcirini Nazi Almanya’sının Yahudilere uyguladığı soykırım ile eş tutmak tam anlamı ile tarihi çarpıtmadır. Eğer Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni vatandaşlarına karşı Nazi Almanya’sında olduğu gibi bir kastı olsa idi ne tehcir kanunu çıkarılırdı ne de tehcir sırasında ihmali görülenler cezalandırılırdı. Yaşanan karşılıklı üzücü olaylarda devletin kastının değil içine düştüğü çaresizliğin ve otorite boşluğunun yarattığı kaos ortamının da önemli payı olmuştur.  

      Ancak özellikle diaspora Ermenileri 1965’li yıllardan itibaren sözde Ermeni soykırımını dünya kamuoyuna tanıtmak ve benimsetmek için basın yayın organlarının ve ekonomik güçlerinin tüm imkânlarını kullanmayı sürdürmektedirler. Diaspora Ermenileri sözde soykırımı tanıtmanın dışında uluslararası platformlarda ve özellikle de ABD ve AB üyesi ülkelerde Türkiye ve Azerbaycan çıkarlarının lehine olabilecek her hareketi ve girişimi engellemeye çalışmaktadırlar. 

      Bilindiği  üzere Ermeni Asala terör örgütünün 1970’li ve 1980’li yıllarda yurt dışındaki menfur saldırılar sonucu 52 diplomatımız ve yurt dışı görevlimiz katledilmiştir. Ermenistan SSCB’nin dağılmaya yüz tuttuğu bir ortamda komşusu Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge olan Dağlık Karabağ’ı işgal etmiş ardından da Azerbaycan’ın topraklarının %20 sini işgal ederek bir milyon Azerbaycan Türkünün mülteci duruma düşürerek Kafkasların barut fıçısı haline gelmesine ve on binlerce masum Azerbaycan Türkünün katledilmesine neden olmuştur. Ermeni güçlerinin Azerbaycanın Hocalı kentinde gerçekleştirdikleri vahşet hafızalardan tazeliğini korumaktadır. 

      1991 yılında SSCB’nin dağılmasından sonra Ermenistan’ı ilk olarak tanıyan ülkelerden birisi Türkiye olmuştur. Ancak Ermenilerin Dağlık Karabağ ve diğer Azerbaycan topraklarında giriştikleri işgal ve katliamlar nedeni ile Türkiye Ermenistan’la olan kara sınır kapılarını 1993 yılından itibaren kapatmıştır. Ancak Ermenistan’ın uluslararası toplumda ileri sürdüğü türden sert bir ambargoyu Türkiye hiçbir zaman Ermenistan’a uygulamamıştır. Türkiye’nin Kafkasya’daki ve dünyadaki en yakın köken, kültürel ve tarihsel bağı olan Azerbaycan’ın Ermenistan’la savaşta olmasına rağmen Ermenistan’a buğday yardımında bulunarak insani elini uzatmış ve büyüklüğünü göstermiştir. Halen karşılıklı uçaklar kalkıp inmektedir, çok sayıda Ermenistan vatandaşı Türkiye’de hemen hemen tümü izinsiz olarak iş imkanı bulabilmişlerdir.   

      Ermenistan bağımsızlık sonrası sahip olduğu ekonomik ve askeri gücü  ile orantısız saldırgan tutumu nedeni ile çok büyük ekonomik ve sosyal çöküntü içerisine girmiş, ülkenin tüm önemli ekonomik tesisleri ile savunması da Rusya Federasyonunun kontrolüne geçmiştir.  

      Türkiye izlediği proaktif dış politikasının ve ABD ile AB’nin de katkısıyla Ermenistan ile 10 Ekim 2009 tarihinde protokol imzalayarak tüm dünyanın ilgisini ve sempatisini üzerine toplamıştır. Ancak Kafkaslardaki kalıcı istikrar ve barış ortamı ve Ermenistan ile Türkiye arasında normalleşme sürecinin sürekli hale gelmesi için bölgenin enerji kaynaklarına sahip olan Azerbaycan’ın topraklarının işgaline son verilmesi büyük önem taşımaktadır. Azerbaycan dışarıda tutularak Türkiye ve Ermenistan arasındaki normalleşme sürecinin kalıcı ve sağlıklı olması mümkün değildir. O nedenle Ermenistan’ın Türkiye’den Karabağ sorununa kayıtsız kalmasını talep etmesi gerçekçi ve rasyonel değildir. Çünkü Karabağ sorununda Türkiye kilit ülke konumundadır. Türkiye bölgede en yakın ilişki içerisinde olduğu Azerbaycan’a rağmen Ermenistan ile sağlıklı ve kalıcı bir ekonomik, siyasi ve diplomatik bir ilişkinin yürümeyeceğini ve muhtemel Ermenistan - Azerbaycan çatışmasında çok büyük hayal kırıklıklarının yaşanacağını göz ardı etmemelidir. O nedenle Kafkaslardaki istikrar ve barış ortamı Ermenistan’ı ekonomik ve sosyal çöküntüden kurtarabileceği gibi Ermenistan’ın enerji projelerinde yer almasına da büyük katkılar sağlayabilir. Böylece Ermenistan daha özgür dış politika izleyebilecek, geleceğini ve bağımsızlığını koruyup güçlendirebilecektir.  

      Türkiye’nin Ermenistan ile sınır kapısının açılması çeşitli çevrelerce ileri sürülen görüşlerin aksine Türkiye ekonomisine çok önemli katkılar sağlayacak potansiyelden oldukça uzaktır. Ancak Kafkasya’da barış ve işbirliğinin sağlanması durumunda Ermenistan, Azerbaycan ve Türkiye açısından büyük kazanımlar sağlamasının yanı sıra Türkiye’nin hem bölgesel liderliği ve saygınlığını daha da artıracak hem de uluslararası ilişkilerde manevra alanını genişletip güçlendirecektir.

                                                                                            Doç.Dr. Famil ŞAMİLOĞLU

                                                                                                     Aksaray Üniversitesi

                                                                                                İİBF İşletme Bölüm Başkanı